15 Haziran 2025 Pazar

 

BEŞ LİRALIK SAAT

“Beş liralık saat de, beş bin liralık saat de aynı zamanı gösterir.” derler, doğrudur. Ancak sözün özü olan “zaman” kimin umurunda? Zamanın tanımı tartışmalı. Var mı, yok mu, o bile belli değil. Şimdi durduk yerde zaman üzerinde felsefi tartışmaya ne gerek var, diyebilirsiniz. Zamanı tartışmanın felsefi bir sonucu olamaz. Felsefenin varlığına aykırı. Böyle olunca konu sözün nesnesine, yani saate gelip dayanıyor: Beş liralık, beş bin liralık saat.

Zamanı doğru gösteriyor diye beş liralık saat ön planda olsaydı, beş bin liralık saatlere ihtiyaç olmayacaktı. Nedir bu saat meselesi? Sosyal sınıf. Sosyal sınıfı belirleyen, gelir. İşte beş bin liralık saat hikâyesi buradan başlıyor.

Zarf, mazruf meselesi de buna benziyor. “Zarfa değil, mazrufa bak.” demişler. Yani önemli olan zarfın içindeki. Zarf onun taşıyıcısı.

Nasrettin Hoca bunun doğru olmadığını “Ye kürküm ye.” diyerek ispatlamıştı. Yani önce zarf. Mazrufa sıra gelir mi, bilinmez.

Vaktinde bir haber dinlemiştim. Soruyor:

“– Bir fincan kahve için bu fiyat fazla değil mi?”

Cevap:

“– Evet, fazla. Ancak bir fincan kahveye bu parayı veremeyecek insanlarla aynı ortamda bulunmak istemiyorum.”

Beş liralık saatin, mazrufun önemli olmadığı bir çağdayız. Bir hocam,

“– Giydiğin ayakkabı, taktığın saat sosyal sınıfını ele verir.” demişti.

O zaman bildiğimiz birkaç saat, ayakkabı markası vardı. Ancak o kadar. Cebimize göre pahalı görünen bu eşyalar, sonradan duyduğumuz markalar yanında bayağı alt sınıf giysileriymiş. Biz ne bilelim timsah derisi ayakkabıları, “Versace” markasını… Şimdi de öyle. Marmaris’te geceliği 100.000 TL olan otel olduğunu, dört beş sene önce ortaya çıkan kepazeliklerden sonra öğrenmiştik.

Eskiden ayakkabıda aradığım ilk özellik fiyatı, sonra “içi, dışı deri” olmasıydı. Rahatlık en son test. Zaten en fazla üç çift ayakkabımız olurdu.

Ancak ben yine aynı düşüncedeyim: Zamana bakarım, mazruf zarftan kıymetlidir.

31 Mayıs 2025 Cumartesi

 

HALİFELİK

Talat TÜRKMEN

   Hz.Muhammed  (SAV) İslam toplumunun peygamberi ve doğal siyasi lideriydi. Peygamberimizin vefatından sonra, İslam toplumunun siyasi liderliğini üstlenecek, dini hükümlerin uygulanmasını sağlayacak bir kişiye ihtiyaç ortaya çıktı. Peygamberin ardından gelen bu lidere “Halife” Denilmiştir. Halife kelime olarak da, “Birinin ardından gelen” demektir. Hz.Ebubekir, “Halifetü Rasulillah” ismiyle anılmıştır.

   Halifelik Kur’an ve sünnetin belirlediği, emrettiği bir yönetim biçimi değildir. Bu hususta Kur’an ve sünnette bir delil bulunmamaktadır. Bu açıdan halifelik, sosyal ve siyasi bir kurum olarak görünüyor.

  “ Ehl-i Sünnet’in iki büyük inanç ekolünden biri olan Mâturidiliğin kurucusu İmâm Mâturidi’ye göre, imâmet meselesi, îtikâdî bir konu olmayıp, akli bir konudur. Zira insanların birlikte huzur ve barış içerisinde yaşayabilmeleri için hukuki ve toplumsal bir düzenlemenin olması şarttır. Bu sebeple siyasi ve toplumsal bir düzenin kurulması ve bunun bir başkan tarafından yönetilmesi gerekir. Aklın yanı sıra, siyasi gelenek ve tarihi gerçekler de bir yöneticinin olmasını gerekli kılmaktadır.”(1) Maturidi ayrıca, halifeye de itaatin farz olmadığı düşüncesindedir. (2)    Mâturidi âlimleri, devlet başkanının belirlenmesi konusunda, Hz. Peygamber’in kendisinden sonra hiçbir kimseyi imâmete (hilafete) tayin etmediği ve bu nedenle sahabeden herhangi bir zatın bu görevin kendisine verilmesi için bir iddiada bulunmadığı inancındadırlar. (3)

   Eş’ariler ise hilafeti içtihadi bir mesele olarak ele almışlardır. Şiilerin konuyu itikadi bir mesele olarak ele alması, Eşarilerin hilafet meselesini kelami konular içinde değerlendirmelerine neden olmuştur. Şiiler, hilafetin nass’la ve vasiyetle belirlendiği ve ehl-i beyte ait olduğu iddiasındadır. İmama itaat farz olarak değerlendirilir.

   Kur’an ve sünnet yönetim biçiminden değil, yönetimin dayandığı ilkelerden söz etmektedir. Bunların başında “Adalet “ gelmektedir. Şur’a, ehliyet, emanet dikkat çekilen ilkelerdendir. Kur’an’ın ifade ettiği, sünnette karşılığını bulan bu ilkelerin uygulandığı sistem İslam’ın kabul ettiği sistemdir.  Yönetenin belirlenmesinde de bu ilkeler geçerlidir. Halifenin,  Hz. Peygamber’in nübüvvetle ilgili halefi mümkün değildir. Dolayısıyla halifenin ancak devlet başkanlığına halef olduğu  değerlendirilebilir.

   Hz.Muhammed (SAV) Vefatından önce herhangi birini, kendinden sonra gelecek yönetici olarak atamamıştır. Eğer atamış olsaydı peygamberimizin vefatından sonra Medine’de Beni Saide’de toplanan Ensar, kendi aralarından bir yönetici seçme girişimde bulunmazlardı. Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer ve Ebu Ubeyde b.Cerrah’ın sonradan katılımıyla toplantı yapılmış ve sonuçlanmıştır.  Hz.Ömer’in (R.A) ,  Hz.Ebubekir’in (R.A) elini tutarak, biat etmesiyle Hz.Ebu Bekir halife seçilmiştir. O toplantıda çok az kişi bulunuyordu. Konu, toplantıda bulunanlarca enine boyuna, doğabilecek ihtimaller üzerine de tartışılmıştır. Oradakilerin biat etmesi yeterli görülmemiş olacak ki Mescid-i Nebi’de de halktan ayrıca biat alınmıştır. Hz.Ebubekir’in hilafeti bundan sonra meşruiyet kazanmıştır. Ben-i  Saide toplantısında bulunan, Ensar’ın halife adayı Sa’d b.Ubade’nin Hz.Ebu Bekir’e biat etmeyip, Medine’den ayrıldığı rivayetler arasındadır. Hz.Ebubekir biat konusunda kimseyi zorlamamıştır.

   Peygamberimizden sonra Müslümanların yöneticiliğini üstlenen dört halife, farklı yöntemlerle iş başına geldiler. Dört halifenin seçilme biçimleri sonraki Müslümanlar için belirleyici-örnek  bir yöntem değildi. Amaç kendi dönemlerindeki sorunları çözmekti. Güncelde bizim okumamız farklı olsa da gerçek buydu. Vakıa şu ki dört halifenin hepsi halk nazarında da  meşruiyet aramışlardır.  

   İlk dört halifenin üçü katledildi. Sonraki dönemde ise Emeviler hilafeti ellerine geçirdiler. Emeviler dönemi hilafetin saltanata dönüştüğü dönem olmuş; saltanat, Abbasiler ve Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. “Maalesef zamanla halifenin seçilmesinde saltanatın yerleşmesi ümmetin bağımsız yöntemler geliştirme kabiliyetini adeta yok etmiştir . Bununla beraber etnik ve mezhepsel sorunların da derinleşmesiyle ümmet çözüm üretmekten ziyade mevcut sorunlar girdabında enerjisini bad-ı heva etmiştir.” (4) Hulafa-i Raşidin döneminden sonra, yönetenler, icraatlarını  dönemin din alimlerine onaylatma yoluna gitmişlerdir. Bu durum, hilafetin oturduğu siyasi ve dini zeminin farklılaştığını göstermektedir.

   Müslümanların birliği her dönemde zaruri olmuştur. Bu birliği günümüzde zorunlu kılan sebepler arasında, İslam ülkelerinin emperyalist ülkelerce işgale varan taciz ve saldırılara maruz kalmaları, saldırılar karşısında Müslümanların içine düştüğü acziyeti sayabiliriz. Ancak bu birliğin bugün  “Halifelik” marifetiyle sağlanabileceği fikri ne kadar gerçekçi ve mümkündür?

   Halifelik tarihini incelediğimizde gerek Hz.Ebu Bekir’in halife olarak seçiminde gerekse halifeliği esnasında aşılması gereken vergi, ridde gibi meseleler ortaya çıktığını görüyoruz.          Hz.Osman dönemi, yönetime itiraz ve çalkantının başladığı dönemdir. Bazı atamalar rahatsızlık oluşturmuştur. Hz.Osman şehit edildiğinde cenazesi bir süre evden alınamamış, namazı sayılı Müslüman tarafından kılınmış, naaşı  mezarlığının dışına gömülmüştür.   Hz.Ali döneminde ise Müslümanlar arasında halifelik problemi yüzünden parçalanmalar meydana gelmiştir.  Cemel, Sıffin savaşlarını hatırlamak yeterli olacaktır. Bunları irdeleyip, sayıp dökecek değiliz. En büyük parçalanma Emeviler döneminde yaşanmıştır. Muaviye’nin hilafeti ele geçirme yöntemi, halifelik sisteminin saltanat-mülke çevrilmesi, Yezid döneminde yaşanan  Kerbela vak’ası, Harre vak’ası hilafetin gerçekten birliği sağlayacak sistem olup-olmadığı konusunda bizi endişeye sevke etmektedir. Abbasi devletinin ilk halifesi  Ebü'l-Abbâs es-Seffâh’ın neler yaptığını öğrenmek isteyenler kaynaklara müracaat etmelidirler.

   Halifelik konusunda ortaya çıkan bir problem “ Halifenin Kureyş’ten olması” dır. Hz.Ebu Bekir’in halife seçildiği Beni Saide gölgeliğinde bulunanlara söylediği iddia edilen hadise göre “İmamlar Kureyştendir.” (Araplar Kureyş dışında halife kabul etmez) Ensar Peygamberimize atfedilen hadisi işittiklerinde, halifelik taleplerinden vaz geçmişlerdir. Bu durum Kureyş’ten olmayan halifenin seçiminin olamayacağı düşüncesine götürür.

HALİFELİK KURUMUNUN GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMASI

   Yavuz Sultan Selim, Memlük Devleti’ni yıktığında orada III. Mütevekkil halife idi. III. Mütevekkil’i alıp İstanbul’a getirdi. Böylece halifeliğin Türkler geçtiği kabul edilmiştir. Ancak Kureyş’ten  olmayan birinin halifelik iddia etmesi konusu tartışıla gelmiştir.

   Halifelik, saltanatın kaldırılmasının ardından 1924’te kaldırıldı. Halifelik böylece tarihe mal olan bir kurum haline geldi. Bu günün olay ve kurumlarıyla, geçmişi değerlendirmek ne kadar yanıltıcı ise, dünün kurumlarını aynen bu güne taşımak mümkün değildir. Halifelik kurumu kaldırıldığı dönemden önce,  canlı  olarak var ise de gücünü yitirmiş, Müslümanları bir ve beraber tutma kabiliyetinden uzaktı. Bugünün şartları içinde, kaldığı yerden halifeliği canlandırıp, sürdürme mümkün görünmüyor. Ulus ve üniter yapı halindeki milletleri  böyle bir sisteme ikna etme imkanı oldukça az görünüyor. Hele stratejik ürünleri elinde bulunduran Müslüman ülkelerin ,kendileri dışında bir egemenliği kabul etmeleri bu günkü konjonktürde mümkün görünmüyor. Birkaç milyondan ibaret ülkelerin yönetiminde bile birçok problem yaşanırken, Bir buçuk Milyar Müslümanın tek elden yönetiminde karşılaşılacak problemler daha büyük olacaktır. Çözümü de bir o kadar zorlu…

   Kabul etmemiz lazım; şartlar, sosyoloji, toplum algısı, değişmiştir. “Ümmet” tanımında Hz.Muhammed ‘in Medine vesikasında gösterdiği anlayışı yeniden gözden geçirmemiz, anlamamız gerekmektedir. Peki Müslümanlar birlik ve beraberlik halinde yaşama imkanını kayıp mı ettiler? Beraberliğin sağlanması tarih olan bir sistemle olamayacağına göre yeni bir yol bulunabilir mi? Burada aklımıza gelen ilk soru, “Demokratik Halifelik” mümkün müdür, sorusudur. İlk dönemlerde alınan halk biatı yerini “Oy” verme sistemi alabilir mi? Bir Buçuk Milyar Müslüman çoklu aday içinden bir aday seçebilir mi? Halifeliğin gerçekleşmesi yönünde Müslümanlar aralarındaki mezhepsel yaklaşımları bir an için unutabilirler mi? “Meşruiyet” nasıl sağlanacaktır? Gibi yaklaşımlar ileri sürebiliriz. Yukarıda yer alan soruların her biri hilafetin mümkün olup-olmadığı konusunda bilgi vermeye yeterlidir.

   Yukarıda belirtilen şartların gerçekleşmemesi halinin  üniter yapının korunduğu, tüm İslam ülkelerinin yer aldığı, İslam İşbirliği Konferansına benzer, ortak bir yapı ortaya çıkabilir düşüncesindeyim. Dönem başkanlığı ya da dönem sekreterliği tarafından yönetilebilir. Ekonomik birliğin ardından ortak çıkarların korunduğu, üniter yapının geçerli olduğu  siyasi birlikten söz ediyoruz.

   Teorik olarak projeden söz etmek mümkünse de pratikte çözülmesi gereken bir çok problem ve engellemelerle karşılaşacağı ortadadır. Hele karşıtlık üzerinden canlandırılmaya çalışılan bir kurumun oluşturulup, yaşayabileceğini düşünmüyorum. Üstelik Ortadoğu coğrafyasında…..

DİPNOTLAR:

1. Maksut ÇETİN, MÂTURİDİLİĞİN SİYASET (HİLÂFET/İMÂMET) ANLAYIŞI,2013 Doktora Tezi, s.119

2.Age, s.120

3.Age,s.128

4.Bkz.AYDIN,Erdal, Erken Dönem Hilafet Örnekleri Işığında İslam’da Demokratik Bir Hilafet Tasavvuru Mümkün mü? (Makale)

 

 KAYNAKLAR:

1.Halifeler Tarihi, Suyuti

2.Geçmişten Günümüze Hilafet, İLEM YAYINLARI

3. Hulefai Raşidin Dönemi Halifeleri Seçimleri,AZİMLİ,Mehmet (Makale)

4. Hz.Muhammedin Vefatından Sonra Hilafet Tartışmaları, ATALAN,DR.Mehmet (Makale)

5.Sakife’deki Halife Adayları,PARLAK,Nizamettin(Makale)

 

27 Mart 2025 Perşembe

İSLAM EKONOMİSİ MÜMKÜN MÜ?

 İSLAM EKONOMİSİ MÜMKÜN MÜ?


  Ekonomi insanın üretim, tüketim, bölüşüm ilişkilerini inceleyen bilimdir. Ekonomi bilimi, ekonomik olaylara ekonomi ekollerinin baktığı pencereden bakmaz. Olayları olduğu gibi inceler ve değerlendirir. Ekonomi kavramı düşünüldüğünde başına kapitalist, sosyalist, İslam, ne gelirse gelsin tüm ekonomi yaklaşımlarının benzer kavramlara sahip olduğunu gözlemleyebiliriz. Fark, bu  kavramı tanımlayan ilişkiler örüntüsünün aldığı değerlerdir. Örneğin kar, ekonomik faaliyetlerin olmazsa olmazıdır. Ancak “kar” Nasıl elde edilecek, sorusuna verilecek cevap, ekonomimizin kimliğini tanımlamaktadır. İslam ekonomisinden söz edebilmek için, üretim, tüketim, bölüşüm ilişkilerinin Kur’an ve sünnetin belirlediği çerçevede tanımlanması gerekmektedir. Ancak ekonominin başına “İslam” eklemekle İslami olmayacağı gibi, başına “İslam” kelimesi olmayan bir ekonomi de gayr-i islami olmayabilir.

  Ele alınan konu son derece çetrefilli, zor bir konudur. Böylesine çok yönlü ve büyük bir konuyu bireysel olarak ele alıp incelemek mümkün görünmüyor. Ekonomi başlı başına teknik bir konu iken, başına İslam nitelemesini de eklediğimizde iş daha da büyümektedir. Belli ki alanında uzmanlaşmış bilim adamlarının oluşturacağı bir enstitü çatısı altında el alınacak  bir konu olabilir. İslam ekonomisinin tanımı, kapsamı, ilkeleri, aksiyomları ortaya konulsa bile, metodoloji başlı başına büyük bir müşküldür. Ortaya konulan İslam ekonomisi teoreminin uygulama alanı bulması metodoloji işidir. 

 Böylesine zor bir konuyu ele almak istememin nedeni, “Yaşadığımız çağda kapitalizmden başka bir gerçeklik yok mu” sorusudur. Gerçek şu ki, kapitalizm tüm ekonomik sistemlere üstün gelerek nerdeyse tüm dünyaya egemen olmuştur. Bunun delili, Bir çok İslam ülkesi dahil olmak üzere 2023 sonu itibariyle 164 ülkenin(Bkz.T.C Ticaret Bakanlığı, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sekmesi) Dünya Ticaret Örgütüne üye olmasıdır. 

İSLAM EKONOMİSİNİN UYGULAMA ŞARTLARI

   İlk şart insandır. İslam ekonomisi, Kur’an ve sünnete dayalı bir karakter arz eder. Dolayısı ile uygulamanın birinci derecede muhatabı, Müslümandır. Buradaki Müslümandan kastımız, mutlak surette iman etmiş, samimi dindardır. Kur’an ve sünnette yer alan ekonomi ile ilgili metinlere şüphesiz uyacak, üretecek, israftan kaçınacak, mal biriktirmeyecek, ihtiyaç fazlasını paylaşacak, zekat, sadaka verecek, faiz alıp-vermeyecek, ahlaki ilkelere gönülden uyacak müminden söz ediyoruz. İslam, insanın dünyada takip etmesi gereken yolu “Sırat-ı Müstakim” olarak isimlendirir. Yani “Dosdoğru yol”. İslam ekonomisinin gerçekleşebilmesinin ilk şartı işte bu sınırlar içindeki insandır.

   İkinci şart, siyasi yönetim ve İslam ekonomisi arasındaki paralellik. Ortaya çıkan ekonomik anlayışı tüm ülke çapında uygulanmasını sağlayacak siyasi yönetimdir. Siyasetin taraf olmadığı ekonomi uygulama imkanı bulmaz. İslam ekonomisi, kapitalizm, sosyalizm yada Keynes anlayışına entegre olabilecek karakterde bir sistem olarak görülmüyor. Yani entegre, eklektik bir oluşum mümkün değildir. Ancak siyasal yönetim, çerçeve olarak sunulan ekonomik ilkeleri uyguladığı, toplumun olumlu karşılık verdiği durumda, İslam ekonomisi hayata geçmiş olur.

İSLAM EKONOMİSİNİN ÇERÇEVESİ

   İslam ekonomisi hak ,emek, yardımlaşma, dayanışma üzerine kuruludur. Emek vermek ve hak etmek. Kur’an’dan öğrendiğimize göre İslam ekonomisinin çerçeve ilkeleri şunlardır:

1.Mülkün (zenginliğin) belli ellerde toplanmaması. (Devlet makamlarının, imkanların belli  çevre veya aile elinde toplanmaması anlamına da gelir.) (Bkz.Haşr/7)

2.İsraftan kesinlikle kaçınılması (Bkz. İsra/26,27,En’am/141, Furkan/67)*

3.İhtiyaç fazlasının infak edilmesi (Bkz.Bakara/219)

4.Mal biriktirilmemesi (Bkz. Tevbe/34-35, Teğabün/15-17, Hümeze/ 3-4)

5.Faizden kaçınılması (Bakara/275-279)

6.Adaletli olunması ( Araf/85, Hud/84-86), istenmektedir. 

   

HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE EKONOMİSİ

   Hicretten önce Medine, farklı etnik yapılardan oluşan, kabile yönetim anlayışının egemen olduğu, siyasi, ekonomik birliğin olmadığı bir şehirdi. Her kabile kendi içinde siyasi ve ekonomik yapıya sahipti. Şehirde yaklaşık 4 Bin Yahudi, 6 Bin Arap olduğu tahmin edilmektedir.

   Medine’de ekonomik yapıyı elinde bulunduran Yahudilerdir. Benu Kurayza kabilesi; kuyumculukla uğraşır, altın ticareti ve tefecilik yaparlardı. Benu Nadir kabilesi ise tarımla uğraşır ve Medine’nin önemli geçim kaynağı olan “hurma” üretimi yaparlardı. Hatta o günün şartlarında ihracat dahi yaparlardı. Üçüncüsü Benu Kurayza kabilesi idi ki bunlar ise “Debbağ” dılar. Deri tabaklama ve deri üretimi yaparlardı. Ayakkabı ve çizme başta olmak üzere deriden mamul eşya üretirler ve hem Medine hem de diğer pazarlara satarlardı. Medine’de dört büyük pazar vardı. Bu pazarların hepsinde hâkimiyet Yahudilerin elindeydi. Araplar tarımla uğraşırken, Yahudiler birçok iş kolunda çalışmaktadırlar. Yahudilerin çoklu ekonomik alanda faaliyet göstermeleri, Araplara karşı üstünlük sağlamalarına neden olmuştur. Ayrıca Evs ve Hazreç kabileleri arasında fitne çıkararak savaşmalarına neden olmuşlardır. Yahudiler imal ettikleri savaş malzemelerini iki kabileye satarak ,zanaat atölyeleri ve pazarlar sayesinde yüksek kazançlar elde etmişlerdir. Böylece Yahudiler Medine’nin ekonomisini ellerinde bulunduruyorlardı. Araplar tarımla uğraşıp, elde ettikleri ürünleri yeterli görürken, ticaretle çok az kişi ilgilenmektedir. Medine Suriye ticaret yolu üzerinde olmasına rağmen siyasi birlik sağlanamamasından ötürü dış ticaretin zayıf, tarıma dayalı, üretilenin iç pazarda tüketildiği bir ekonomi işliyordu.

HİCRETTEN SONRA MEDİNE EKONOMİSİ

   Mekke tarıma elverişli olmadığı için ticaret gelişmişti. Mekkeliler öteden beri komşu ülkelerle ticari anlaşmalar yapmayı başarmışlardır. Muhacirlerin Medine’ye hicretiyle birlikte, ticarette ustalaşmış zeka Medine’ye taşınmış oldu. Rasul-i Ekrem (SAV) Medine’ye gelişinden hemen sonra, ilk faaliyet olarak Mescid-i Nebi, mescidin bitişiğine de kimsesiz insanların kalabileceği odalar yaptırdı. Hz.Peygamber Medine’de kurumsallaşmasın temellerin atmaya başlamıştı. Çünkü bu kurumlar dini olduğu kadar, siyasi ve ekonomik öneme sahipti. Devletin varlığı bu kurumlara bağlıydı.

   Medine’de muhacir ve ensar kaynaştırmayı hedefleyen Hz.Muhammed (SAV), “Kardeşlik-Muahat” ilan etti. Kardeşlik dini bağının tesis edilmesinde önemli olduğu kadar, tüm varlıklarını Mekke’de bırakan muhacirin ekonomik bakımdan desteklenmesi anlamını da geliyordu. 

   Hz.Peygamber (SAV) ‘in Medine’de attığı önemli adımlardan biri “Medine Pazarı” nın kurulmuş olmasıdır. Medine ekonomisi Yahudilerin elindeydi. Bu egemenliğe son verilmesi, halkın Yahudilerin sömürüsünden kurtulması gerekiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine Pazarı’nın bu durumunu  tetkik etti. Şayet Yahudilerin egemen olduğu dört çarşıda pazara girilmek istenirse asla Yahudilerin hâkimiyeti kırılamayacaktı. Çünkü her şeyi onlar belirliyorlardı. Bu durumu gören Hz. Peygamber (s.a.v.) pazarın şartlarını Müslümanların lehine değiştirebilmek için alternatif bir pazar oluşturma gereğine karar verdi.  Hz. Peygamber Baki ez-Zubeyr bölgesinde bir çadır kurdu. Yahudilerin lideri Kab b. El-Eşref geldi ve çadırın iplerini kesti.  Hz.Muhammed’in kurduğu pazar çadırının iplerinin Ka’b b.Eşref tarafından kesilmesi ,Yahudilerin Medine pazarının oluşumundan ne kadar rahatsız olduğunu göstermektedir. ( Muaviye ,pazara “Dâru’l-Katırân” ve “Dâru’n-Nuksân” adında iki ev yaptı ve zorla vergi almaya başladı. Medine valisi, pazarın tamamını kapsayan büyük bir bina yaptı; alt katta kiralık dükkanlar, üst katta ise odalar vardı. Bu bina, valinin ölümü ile birlikte Medine halkı tarafından yıkılmıştır. Muaviye tarafından getirilen Pazar vergileri Ömer b. Abdülaziz hilafeti zamanında kaldırmıştır.)

   Pazar Medine’nin merkezinde, düz bir arazi üzerinde, kolay ulaşılabilen, stratejik konum ve öneme sahipti. Pazarda kimse için yer ayrılmıyor, kiralanmıyor , erken gelen istediği yere mallarını koyup satış yapabiliyordu. Tüccarların kazancından vergi alınmıyordu. Bunun pazardaki fiyat artışlarını kontrol eden bir mekanizma olduğu düşünülebilir. Ayrıca satıcılardan vergi alınmaması, Medine pazarını diğer pazarlara göre daha cazip hale getiriyordu. Böylece malların daha ucuza satılması bekleniyordu. Hz.Muhammed (SAV) Pazar fiyatlarına müdahale etmemiş, fiyatların serbestçe oluşmasına izin vermiştir. Zaman içinde müdahale etmesi istense de, Pazar fiyatlarının arz-talep dengesine göre serbestçe oluşmasından yana olmuştur. Hz. Muhammed aynı zamanda ticaretin idaresi için bazı kurallar şart koştu. Her türlü ticaret, halkın gözü önünde yapılmak zorundaydı. Pazar içinde veya dışında ayrı satış çadırlarının kurulmasına izin verilmedi. Müslümanlar Medine’de altın dinar (4.55 gr) ve gümüş dirhem (2.97 gr.) para birimlerini kullanıyorlardı. Paralar bizans parası idi. Üzerine darp edilmiş Bizans’a ait semboller vardı. Müslümanlar kendilerine ait dinarı (4.25 gr) Abdülmelik b. Mervan döneminde basmışlar ve piyasaya sürmüşlerdir. Bu dönemde de Bizans dinarı Emevi dinarı ile birlikte kullanılmaya devam etmiştir. Ancak gramajlarının farklılığı alış-verişlerde sıkıntı oluşturmuştur.

  Medine pazarının işleyişi “hisbe” örgütünün kurulmasıyla denetim altına alınmıştır. Hisbe teşkilatının başına, Bedir savaşından sonra Müslüman olan genç kadın Semra binti Nuheyk getirilmiştir. Semrâ bint Nüheyk pazarları dolaşıp  insanları ticaret ahlâkına uygun davranmaya teşvik eder, bu şekilde hareket etmeyenleri uyarır, hile ve haksızlık yapanlara karşı  caydırıcı tedbirler uygulardı. Resûl-i Ekrem’in Semrâ bint Nüheyk’e böyle bir görev vermesi kadının sosyal hayatta daha etkin görevler alabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.  Ayrıca Şifa Binti Abdullah isimli hanım da bu iş için görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Ancak Şifa Binti Abdullah’ın Hz.Ömer döneminde görevlendirildiğine dair bilgiler de vardır. 

   Peygamber (SAV)’in Medine’de üzerinde durduğu hususlardan birisi de tarımın güçlendirilmesidir. 

MEDİNE İSLAM DEVLETİNİN GELİR KAYNAKLARI

1.Ganimet: Savaşarak elde edilen mallar.

2.Fey: Savaş yapılmadan elde edilen ganimeti ifade etmektedir. Devlet Başkanı Kur'an'da belirtilen yerlere istediği gibi dağıtma yetkisine sahiptir.

3.Zekat

4.Vergiler

5.Cizye: 630 yılında nâzil olan ve İslâm ülkesinde yaşamak istediği halde Müslümanlığı kabul etmeyen gayri müslimlere malî mükellefiyet getiren âyetle (et-Tevbe 9/29) sabit olmuştur.

6.Fidyeler

7.Haraç: Gayri Müslimlerden alınan toprak vergisi

MEDİNE PAZARINA GETİRİLEN TİCARET İLKELERİ

   1.Pazarda tekelleşmeye son verildi.

   2.Pazar vergisi kaldırıldı.

   3.Faizin her çeşidi yasaklandı. Faizin yerine “Karz-ı Hasen” sistemi teşvik edildi. Karz-ı hasen, faizsiz borç vermek demektir.

   4.Stokçuluk yasaklandı.

   5.Adil rekabetin geçeli olduğu serbest piyasa uygulandı. Haksız rekabetin önüne geçildi. Peygamberimiz (SAV), narh koymayı da “hak” doğurabileceği endişesi ile istememiştir.

   6.Satıcının yanında olmayan malın satımının, üretimi olmayan malın satımının yasaklanması, aynı şekilde mülkiyetinde olmayan malın satımı da yasaklandı. 

   7.Mal ve eşya takası yasaklandı.

   8.Tarımsal ürünlerde mahsulün kaldırılmadan (toplanmadan) tahmini bir miktardan alınıp satılmasının yasaklanması

   9. Ağaçtaki olgunlaşmamış yaş meyvenin (hurmanın) tahmin edilerek kuru hurma gibi satılmasının yasaklanması.

   10.Hayvanın bol sütlü gözükmesi için bir kaç gün sütünün sağılmadan pazara getirip satılması v.b. gibi uygulamaların yasaklanması.

   11. Haram kılınmış malların alım- satımını yasaklanması.

   12. Kervanları karşılamayı ve şehirlinin köylü namına komisyonculuk yapılmasının yasaklanması

   İslâm dini iktisat anlayışında ön plana çıkan en önemli ilke dengeli, orta yolda olmaktır. Tevhit ilkesi gereği sosyal adaletin sağlanması için ekonomide adaleti önemser. İslâm ekonomisinin diğer bir öne çıkan yönü helal üretim, helal tüketim ve helal çalışmadır. Kolektif çalışmayı önemser, ferdiyetçi bir yapıya sahip değildir.

MEDİNE PAZARINDA UYULMASI GEREKEN AHLAKİ İLKELER

   1. Dürüstlük ve güvenilirlik: Ürün ve ücreti hakkında doğru bilgi vermek, alışverişte yemin etmemek,

   2. Müsamahakârlık: Darlık çeken borçluya kolaylık sağlamak, alıp satarken kolaylık göstermek,

   3. Cömertlik

   4. Kanaatkârlık

   5. Alçakgönüllülük

   6.Girişimcilik ve üretkenlik

II.BÖLÜM

İSLAM EKONOMİSİNDE BAZI TEMEL İLKELER

İslâm dini ekonomik ilkeleri ortaya koyarken temel esaslar belirlemiştir. Bu temel esaslar maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz;

İslâm ekonomi anlayışında üretime dayalı bir ferdî mülkiyet vardır. Ancak mülkiyet kutsal değildir. Dünya ve ahiret dengesinin gözetilmesini ister.

    Zenginleşme ve servet sahibi olma da sosyal adalet ilkesi vardır. Bu konuda fırsat eşitsizliğine karşı çıkar. Ekonomik ve sosyal refahın adaletli bir şekilde toplumun tüm kesimlerine yayılmasını ister.

    Devlet eliyle zekât, cizye ve öşür toplanır, kimlerden toplanacağı, ne kadar toplanacağı ve nerelere harcanacağı belirtilmiştir.

 Câhiliye döneminden kalmış, haksız kazanca yol açan her türlü alışveriş şekli yasaklanmıştır. İslâm kumar ve şans oyunlarını haksız kazanca sebebiyet verdiği gerekçesiyle yasaklamıştır. Buna ilaveten faiz, gasp, hırsızlık, tefecilik, rüşvet ve çapulculuk üzerinden mal kazanmak yasaklanmıştır.  İslâm iktisadı ticarette karşılıklı rıza ilkesini ortaya koymuştur. Borçlanmada yazmak ve şahit bulundurmak şartını getirmiştir.  Üretici-tüketici ve işçi arasındaki ilişkide her tarafında hakkını gözetecek ilkeler ortaya koymuştur. Çalışanın emeği, hakkı hemen ödenir.

 İslâm iktisat anlayışında ferdî mülkiyet korunma altına alınmıştır.  İslâm fakirlikten Allah’a sığınılması gerektiğini tavsiye etmiş, rızkın Allah’tan geldiğini, mülkün tek sahibinin Allah olduğunu her zaman hatırlatmıştır. 

      İsraf kesinlikle yasaklanmış, hiç kimse bundan istisna tutulmamıştır. 

  Üretmek-çalışmak her zaman ön planda tutulmuştur. Hz. Peygamber (sav) başta olmak üzere birçok peygamber el emeğiyle üretim yapıp çalışarak geçinmişlerdir. Yukarıda sayıp, dökülen ilkelere bakarak İslam dininin ekonomik amacının, “Toplumdaki en fakirinin bile temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda hiçbir zorluk çekmemesi” olduğunu söyleyebiliriz. 

HZ.MUHAMMED (SAV) DÖNEMİNDE ZENGİNLİK  FAKİRLİK

   Tam bir ölçüsünü çıkarmak mümkün olmasa da, Hz. Peygamber döneminde zenginliğin yaklaşık ölçüsü, yani alt sınırı 40 ya da 50 dirheme sahip olmak idi.  Tabî ki bu zenginlik alt sınırı, kişinin 40-50 dirhemi dışında, kendisi ve ailesinin barınacağı bir evi, bineği, giyecekleri ve hizmetçisini de içine almaktadır. Hz.Peygamber’e, zenginin kim olduğu sorulmuş, o da, 50 dirheme sahip olan kişidir, diye cevap vermiştir. 

   Hz. Ömer de, 40-50 dirhemi zenginlik ölçüsü olarak esas almıştır. Emeviler döneminde geçim için gerekli olan miktar 50 ile 90 dirhem arasında değişirken, Abbasiler döneminde bu miktar kişi başı 300 dirheme kadar yükseldiği görülmüştür. 

   

   İslam’da yoksul sayılabilmek için bir sınır getirse de, zenginlik için bir getirmediği savunula gelmiştir. Oysa Kur’an’ın ekonomi çerçevesini çizen ayetlerine baktığımızda, mülkün belli ellerde toplanmasının, keza mal biriktirmenin yasaklandığını görürüz. Temel ihtiyaç fazlasının da “infak” edilmesi emirler arasındadır. Zenginliğin elde tutulup, biriktirilmesi demek bir grup insanın hakkı olanın malın zenginlerin elinde tutulduğu, diğer insanların dar bir geçimle idare etmelerini istemek anlamına gelir. Bu adalete uygun olmayan bir durumdur. Para tedavülde tutulacak, üretime katılacak, gerektiğinde faizsiz finans (Karz-ı Hasen) kaynağı olarak kullanılacaktır.   

Kur’an, sadece bir çerçeve sunmakla yetinmez, ibret verici kıssalardan bizi haberdar eder. Karun’un hikayesi buna en güzel örnektir. Kur’an’ın (Bkz.Kasas suresi/76-82) Kārûn Hz. Mûsâ’nın kavminden, hazinelerinin anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zenginliğiyle mağrur bir kişi olarak takdim edilir. Kārûn gösterişi sevmekte, kavminin arasında ihtişamla dolaşmakta, bu ise bazılarının hayranlığını celp etmekteydi. Kavminin, servetiyle böbürlenmemesi gerektiği yönündeki uyarılarına karşı Kārûn bu serveti kendi bilgisi sayesinde yaptığını ileri sürüyordu. Nihayet kendisi ve evi yerin dibine geçirilmiş, bu akıbetten ne kendini kurtarabilmiş ne de onu kurtaracak bir topluluk çıkmıştır.(Bkz.İslam Ansiklopedisi) . Karun’un durumu Kur’an’da anlatılan insan psikolojisine uygun düşmektedir. (Bkz. İsra/83, Mearic 19-21, Fussilet 51, Fecr 15-16, Adiyat 6-8 ,Tevbe 86)

   Ekonomi ile ilgili kıssalardan birisi de Yusuf (as) aittir.Hz.Yusuf’un, yaklaşan kıtlık yılları için ne gibi tedbir aldığı anlatılır. Şuayp’ın (as) ise ölçü ve tartıda yanlış yapan, helal olmayan yollardan para kazanan Medyen halkı ile yaptığı mücdeleyi anlatır (Bkz.Araf/85, Hud/84)

    Konu ile ilgili Peygamberimizin bir hadisi zikredecek olursak, “İnsanoğlunun bir ova / vadi misali (vadi kadar) malı olsa, bir o kadarını daha ister. İnsanoğlunun karnını topraktan başka bir şey doyurmaz. Ve Allah tövbe edenlerin tövbesini kabul eder.” (Buhari, Rikak, 10)

   Şüphesiz ki Kur’an’ın örnek alıp, uymamızı istediği kişi Hz.Muhammed (SAV)’dir. (Ahzab/21),Hz.Muhammed  (SAV) Küçük yaşta ticaret merkezlerine götürülmüş, 25 yaşında Hz.Hatice’nin kervanlarına eşillik etmiştir. Ticaretten para kazanmıştır. Peygamberimizin ataları tüccardı. Ticareti amcasından ve üyesi olduğu Kureyş’ten öğrendi. Esas itibariyle Hz.Muhammed (SAV) fakir değildi. Ancak sade yaşamayı tercih etmiştir. Nübüvvetinde önce ve sonra miras yoluyla intikal eden, satın alınan, hediye edilen yada ganimet yoluyla gelen köle cariyeleri olmuş bunları azat ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Vefat ettiğinde üzerinde hiçbir köle bulunmuyordu. Ayrıca Hz. Peygamber (SAV) çok sayıda köleye sahip kimselere, onların azat edilmesi için müdahalelerde bulunmuştur. Örneğin, Cerir b. Abdullah aracılığıyla Yemen Hükümdarı Zülkelâ el-Himyeri'ye bir mektup göndermiş, o da bunun üzerine eli altındaki 4.000 köleyi azat etmiştir. Peygamberimiz vefatından sonra da bir miras bırakmadığı rivayet edilmiştir. Hz. Aişe (ra) diyor ki: “Resûlullah (sas) vefatında geriye ne bir dinar, ne bir dirhem, ne koyun ne de deve bıraktı. Hiçbir şey de vasiyet etmedi.” Resûlullah (sas) vefat edince Hz. Peygamber’in (sas) eşleri, Hz. Osman’ı (ra) Hz. Ebû Bekir’e (ra) gönderip Resûlullah’tan (sas) kalan miraslarını istemeyi düşünmüşlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe (ra), "Resûlullah (sas), "Bize mirasçı olunmaz, geriye bıraktığımız ise sadakadır!" buyurmadı mı?" diyerek buna karşı çıkmıştı.

SONUÇ

    Yazımızda Kur’an ve sünnetin  ekonomiye nasıl bir çerçeve çizdiğini, hangi ilkeleri kazandırdığını anlatmaya çalıştık. Hiç şüphesiz ki çalışmamız yeniden dikkat çekme amacı güdüyor. Hakim ekonomik sisteme alternatif olarak yazılan, teorisi ve işlerliği ile ilgili bir nihai çalışma değildir. Böyle bir iddiamız hiç olmadığı gibi, böyle bir çalışmanın boyutlarının araştırmacı bireyleri fazlasıyla aştığını ifade etmiştik. Hz.Muhammed’in, öğrettiği ilkelerin hangileri dönemle ilgili, hangileri günümüze getirilmesi gereken ilkelerdir? Öncelikle bu soruya cevap aramamız gerekiyor.

   Çalışmamız bize İslam ekonomisinin işlerliğinin ilk şartının insan olduğunu göstermiştir. İnsan maneviyatının, dikey bir seyir takip etmesi ile yükselebildiği görünmektedir. Tevhit, ihsan, adalet, kanaat, cömertlik, doğruluk, dürüstlük. Çalışkanlık, paylaşım gibi ilkelerin insan hayatına ve nihayetinde toplum hayatına mutlaka dahil edilmesi gereklidir.

   İkinci şart işleyen bir ekonomik politik devlet politikasıdır. Faiz gibi yıkıcı unsurlar kişi ve toplum hayatını tehdit etmektedir. Finans sektörünün faiz kıskacından, dolayısıyla yatırımcının ve kredilerden yararlanmak isteyen insanların kurtarılması önemlidir. İslam ülkeleri arasında faizin olmadığı ülke yok gibidir. Faizin hiç olmadığı ve sistemin yüzde 100 İslami finans olduğu tek ülkenin Sudan olduğu görülüyor. (Doğru Haber Gazetesi/ 03.05.2018 ) İslami finans kurumları, faizsiz sistem, kar-zarar bankacığı olarak işleme iddiasındadır. Ancak bu güne kadar yoksullukla nasıl mücadele ettiklerine, ne katkılar sağladıklarına dair elimizde bir veri bulunmamaktadır. Bu kurumların ciddi sorunları vardır. Karz-ı hasen faizsiz sistemin alternatifi olarak görünse de faiz ve enflasyonun işlediği bir ülkede bunu işletmek de kolay görünmüyor.

   İslam ülkelerinin kendi ulusal paraları olsa bile, Hz.Peygamber döneminde nasıl ki Bizans dinarı geçerli para olarak kullanıldıysa, bu gün ABD Doları ticaretin vazgeçilmez parası olmuştur. Bu nasıl aşılacaktır? Peygamber (SAV) Medine pazarında serbest piyasa ekonomisi uygularken, getirdiği ilkelerle pazarcıyı ve insanların korunmasını sağlamıştı. Enflasyon önümüzdeki en büyük engellerden biridir. Yüksek enflasyon ve piyasadaki yıkıcı fiyat uygulamasının ve pahalılığın önüne nasıl geçilecektir?  Mesela peygamberimizin uygulamadığı “Narh” uygulanabilir mi?

   İslam yoksulluğa alt sınır çizmiş ancak üst sınır koymamıştır. Bu menkul ve gayri menkul  yatırım araçlarının zengin kimselerinin eline geçmesi önünde bir engel olmadığı anlamına gelmiştir. Özellikle Emeviler döneminde zenginlik zirve yapmış, sermaye sahipleri çok geniş araziler satın almışlar, kabul edilemeyecek ölçüde dinar, dirhem, köle, cariye, deve, at sahibi olmuşlardır. Bu lüks ve israfı getirmiş, şehirler kalabalıklaşmış, pahalılık artmıştır (İbn Haldun Mukaddime’sinde buna işaret eder). Günümüzde de bu problemler yaşanmakta ve nasıl önüne geçilecektir? 

   Avrupa devletleri kendi aralarındaki birliği önce AET, sonra AB olarak tescillemiştir. Bazı ülkeler ise BRICS çatısı altında gerek Dünya Ticaret Örgütüne gerekse AB ve ABD’ye alternatif arayış altına girmişlerdir. Türkiye bu birliğe ilgi duyduğunu ifade etmiştir(www.bbc.com./25.Haziran.2024).

  

   İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) üye Devletler arasında işbirliğini ve dayanışmayı güçlendirmek ve İslam Dünyasının hak ve çıkarlarını korumak amacıyla 25 Eylül 1969 tarihinde Cidde/Suudi Arabistan merkezli kurulan bir teşkilattır.  Ancak bu teşkilat sadece görünüşte vardır. İslam dünyası, AB’nin gerçekleştirdiği birlikten uzak görünmektedir. İslam dünyasında olması gereken birlik, İslam dünyası dışında , Avrupa da gerçekleşmiştir .Ortaya çıkan sorunları da zaman içinde çözerek yol almaktadırlar. Yolumuz epey uzun………


KAYNAKÇA:

1.İslam ve Ekonomi,ESKİCİOĞLU,Osman,İzmir 1999

2.Hz.Peygamberin Zenginliğe Yaklaşımı ve Zenginlerle İlişkileri ,ÇELİK,Yılmaz (Makale,2018)

3.Hz.Peygamber Döneminde Ekonomik Hayat, GÜMÜŞTEKİN,H.İbrahim (Yüksek Lisans Tezi,2021)

4.Hz.Peygamber Döneminin İktisadi Yapısı, YILDIRIM,Fethi (Doktora Tezi,2018)

5.Hz.Peygamber Dönemindeki Sosyo-Ekonomik Hayatta Yaşanan Dönüşümde İnanç ve Ahlaki İlkelerdeki Değişimin Etkisi, BAYSA,Hüseyin,(Makale)

6.Erken İslam Toplumunda Zenginler ve Fakirler, ALTINAY,Ramazan (Makale)

7.İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, KOEHLER ,Benedikt ,2016

8.Kuranda Zenginlik ve Fakirlik,ŞEN,Mustafa,(Doktora Tezi,2008)

9.İslam Ekonomisinin Temelleri,ZAİM,Sabahattin,


18 Şubat 2025 Salı

 

ZEKAT ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

 

   Zekat, inananlar için bir farziyet ifade eder. Zekatı ekonomik bir faaliyet olarak düşündüğümüzde, varlıklı olandan, yoksul olana doğru bir gelir akışını sağladığını görürüz. Zekat dışındaki ekonomik sadakaların da işlevi aynıdır; varlıklıdan, yoksula gelir aktarımı, ekonomik açıdan dengeli bir toplum yapısı. Sadakaların nerelere verilebileceği Tevbe/60’da anlatılmıştır.

   Zekat, sadaka verme yeterliliğine sahip olmak istenilen bir durumdur. Yoksulluk halk tabiri ile “ kapıya ayak bastırılmayacak.” Olandır. Yoksulluğun varlığı istenilen bir durum değildir. İslam’da yoksulluk övülmemiştir. Yani toplum genelinde temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda yeterli gelire sahip olmamak ekonomik başarısızlığı ifade eder.

   Zekat ve sadakalar, yukarıda işaret edilen yoksulluğun giderilmesi konusunda devreye girme amacı güder. İslam ekonomisinin temel amaçlarından biri, “Mülkün belli ellerde toplanmasını engellemektir.”  Ortaya konulan hedef doğrultusunda düşündüğümüzde servetin adil bir şekilde toplumda paylaşılması gerekmektedir. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda zorluk yaşamaması esastır. Temel ihtiyaçları, yiyecek, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ,haberleşme, bilişim gibi ihtiyaçlar olarak zikredebiliriz. Toplumda en az gelire sahip insanların da saydığımız ihtiyaçları karşılama konusunda  hiçbir zorluk yaşamaması gerekir.

   Toplumda zekat ve sadakaya, sosyal yardımlara muhtaç insanların artması  ekonomik başarısızlığın göstergesidir. Varlıklılarla yoksullar arasındaki gelir farkının uçuruma dönüşmesi İslam toplumunundaki  ekonomik başarısızlıktır. Zekat ve sadakalar bu uçurumu bir nebze olsun kapamaya yarar. Ancak kendi başına zekatın bunun için yeterli olduğu kanaatinde değilim. Asıl olan ekonomik olarak kendi kendine yeterli toplum oluşturmaktır. Bu üretim ve adil  paylaşımla olabilir. İslam ekonomisinin amacı, toplumda yardıma muhtaç insanların sayısını giderek düşürmek ve nihayetinde yoksulluğu yok etmektir.

   Zekat yükümlülüğünü yerine getiren Müslüman, kendini bekleyen diğer görevlerle yükümlüdür. Toplumu oluşturan tüm bireylerin sıkıntılarının kökten çözümü için kolları sıvamak durumundayız.  Yani zekat vermekle vicdanımızı rahatlatmakla birlikte, sosyal bir zorunluluk bizi beklemektedir.  Toplumda belli bir kitlenin mal biriktirebilmesi ve diğer bir grubun yoksullaşması, gelirin yoksuldan, varlıklıya doğru aktığının göstergesidir. Bu İslam’a aykırıdır.

17 Şubat 2025 Pazartesi

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

 

                                 ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR!

Adalet buruşturup atabileceğimiz bir kağıt parçası değildir. Görmezden gelebileceğimiz, işimize geldiğinde başvuracağımız bir sistem de değildir.

Adalet ,terki mümkün olmayandır.  Mülkün temelidir.

Bundan ötürü,” Camiyi yık  ama Adaleti yıkma.” “Devletin dini adalettir.” Denilmiştir.

 Allah adaleti emretti.

Rasul-i Ekrem (SAV), kızı fatıma dahi olsa adaletten ayrılmayacağını ifade etti. Eşi Hz.Ayşe iftiraya uğradığında, olay aydınlığa kavuşuncaya kadar Hz.Ayşe ile arasına mesafe koydu. Onu özel koruma altına almadı. Bir ay ayrı kaldı. Çarşıya Onunla gitmedi, birlikte yürümedi.

Oysa bu iftira Resul-i Ekrem’in canının çok yakmış, hastalanmıştı. Buna rağmen olayın aydınlanması için bilgi topladı, vahyi bekledi.

Namazı terk eden Müslüman dinden çıkmaz.

Ancak adaleti terk eden insanlıktan çıkar, insanlıktan çıkarır. Adaletle hükmetmek için muhatabın zengin, fakir, memur, amir, dinsiz, Müslüman yada Hristiyan olmasını önemin yoktur. Adalet bunlarla gerçekleşmez. Adalet delille, hukukla, vicdanla olur.

ADALET ERTELENEMEZ, TERK EDİLEMEZ.

8 Şubat 2025 Cumartesi

ÖZELLEŞTİRMENİN KISA HİKAYESİ

 ÖZELLEŞTİRMENİN KISA HİKAYESİ....

Özelleşme 1970'li yıllarda İngiltere'de söz konusu olmuş.Türkiye'de 1980'li yıllarda Turgut ÖZAL'ın ANAP'lı yıllarında başladı. Özal bunu ilk kez seçim öncesi "Bogaz Köprüsü" nü satacağı sözü ile ifade etmişti.Halkçı Parti başkanı Necdet CALP "Sattırmam" diyerek tepki göstermişti.

İlk özelleştirilen Iğdır Pamuk ve Tekstil Üretim Fabrikası oldu.

Özelleştirmeye neden olan yaklaşım "Devletin Küçülmesi" ....

Özelleştirmenin iki aşaması bulunuyor. 


1.Aşama:Bölünebilir hizmetlerin özelleştirilmesi.Yani kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) satılması. Sümerbank,Et-Balık Kurumu,SEKA, PET-KİM vs.

Özal bu aşamayı başlattı ve yürüttü.


2.Aşama: Bölünemez hizmetlerin özelleştirilmesi.Yani devletin temel hizmetlerini  oluşturan alan. Enerji üretim ve dağıtımı,yol,köprü, gibi inşaatlar,savunma sanayi,haberleşme,sağlık vb....

Son 20 yılda özelleştirmenin ikinci aşaması yürütüldü.Özelleştirmenin %68'i bu dönemde gerçekleşti. Patronlar bakan, bakanlar patron oldu. Herşey şirketleşti.


Özelleştirme maceramızın hissedilir ilk olumsuz sonuçlarını bu günlerde "ENFLASYON" Ve "YOKSULLUK"olarak yaşıyoruz.

16 Aralık 2024 Pazartesi

IMF ve DÜNYA BANKASININ KALKINMA ve KURTARMA PLANI

 IMF ve DÜNYA BANKASININ KALKINMA ve KURTARMA PLANI

Yukarıdaki başlık altında toplanan bu küçük çalışma ,ABD tarafından özellikle doğal kaynaklara sahip, geri kalmış (Endenozya,Malezya,Tayland vb.) ülkelerde uyguladığı borçlandırma politikaları konusunda, ikna ve uygulama  becerisine sahibi ET (Ekonomik tetikçi) nin yazdığı hatıralarından derlenmiştir.(PERKİNS,John,Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, ŞİRKETOKRASİ)

IMF ve Dünya Bankasının kalkındırma ve kurtarma istemi ile kendisine başvuran ülkelerde aşağıdaki basit planı uygulamış ve ortaya çıkan sonuçlar sıralanmıştır.

A-KALKINMA PLANI:

1.Para akışı üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması

2.Özelleştirilmenin teşvik edilmesi

3.Yabancı sermaye ve bankaların transferi için yüksek faiz uygulamasına geçilmesi

4.Doların güçlendirilmesi

SONUÇ:

1.Tüketim maddeleri ve tüketim hizmetleri fiyatlarının sürekli yükselmesi

2.Enflasyon artışı

3.Aşırı borçlanma

4.Para değerinin düşmesiyle birlikte devalüasyona gidilmesi, çöküş

B-KURTARMA PLANI

1.Borçların ödenmesi için yeni borçlanmalara gidilmesi

2.İflaslara izin verilmesi

3.Devlet harcamalarının kısılması

4.Yoksul kesime sağlanan gıda ve akaryakıt üzerindeki indirimler kaldırılması

5.Faizlerin daha çok yükseltilmesi

6.Özelleştirilmeye devam edilmesi

7.Ulusal varlıkların daha fazlasının çok uluslu şirketlere satılması

SONUÇ:

1.Gelir azalması,yetersiz beslenme

2.Salgın hastalıkların artması

3.Ölümlerin artması

4.Sağlık hizmetlerinde daralma

5.Eğitim imkanlarında daralma

6.Evsizleşme

7.Sosyal bir çok imkanda daralma